
“Bazı yaralar geçmiyor. Ama onlarla yaşamayı bu albümle öğrendim.”
Bu yazı, The Poison albümünün 20. yılına gecikmiş ama içten bir selamdır.
Zaman geçmiş olabilir… ama bazı şarkılar asla yaşını göstermez.
Bazı albümler sadece müzik değildir. Onlar bir çağdır, bir dönemin arka plan gürültüsü değil, tam da merkezidir.
The Poison, benim için tam olarak böyle bir albüm.
İlk defa elime geçtiğinde fazla heyecanlıydım. CD kapağını açarken ellerim titriyordu. Albümü defalarca baştan sona dinledim. Sadece kulaklarımdan değil, kalbimden içeriye aktı her parça. Ve o anki heyecan… hâlâ içimdedir.
“Hiç Türkiye’ye gelmediler…”
Yıllar geçti. Onlar sahneden sahneye, ülkeden ülkeye koştular. Ama İstanbul hiçbir zaman o rotaya eklenmedi.
Her turne açıklamasında içimde küçük bir umut belirdi. Her duyuruda satır satır Türkiye’yi aradım.
Yoktu. Olmadı.
O konser hiç verilmedi.
Ve belki de bu yüzden bu albüm bende hâlâ açık bir yara gibi kaldı. Kapanmayan, kabuk tutmayan…
Ama bir yanıyla da bu eksiklik, albümü daha özel kıldı. Çünkü ben o şarkıları yalnız dinledim.
Kimseyle paylaşmadan, sahnede değil kalbimde yaşadım.
“Bazen gerçekten acı çekmelisin…”
Yıllar içinde bir şey fark ettim.
Bazı şarkıları gerçekten anlayabilmek için bir şeyler yaşaman gerekiyor.
Acı çekmelisin.
Birini kaybetmelisin.
Bir gecede dağılıp, sabah hatırlayamadığın şeylerin aslında hayatına damga vurduğunu fark etmelisin.
İşte o zaman, şarkılar sana başka türlü konuşuyor.
Artık sadece kulağına değil, içine işliyor.
O yüzden bu albüm yıllar geçtikçe daha da derinleşti benim için.
Sanki ben büyüdükçe, o da anlam kazandı.
Şarkıların Ardındaki Kırık Zihin
All These Things I Hate (Revolve Around Me)
Bu şarkı, bana sadece kötü giden bir ilişkiyi anlatmıyor.
Bu, insanın kendi içinde taşıdığı karanlığı, ilişkilerini elleriyle nasıl mahvettiğini fark etmesini anlatıyor.
Birini seviyorsun ama içinde çözülmemiş yaralar var. O yaralar, konuşmadığın, yüzleşmediğin tarafların seni içten içe kemiriyor. Ve sonunda en güzel şeyleri bile bozuyorsun.
Her şey güzel başlar.
Ama sonra başlıyorsun… kendine yalan söylemeye.
“İyiyiz, sorun yok” diyorsun.
Karşı taraf da aynı şeyi yapıyor.
Ama bu yalanlar birbirinize değil, aslında kendinize.
Sonra tekrar elveda diyorsun.
Bir güvenli bölgeye kaçıyorsun.
O yer tek kişilik. Sessiz. Ve seni hiçbir şekilde yargılamıyor.
Ama sen zaten en büyük yargıyı kendi içinde yaşıyorsun.
Orası huzurlu değil. Çünkü yalnız kalmak da acıtıyor.
Ama sen kalbini kolunda taşıyan birisin.
Birine bağlanman uzun sürmüyor.
Birine umut bağladığında içindeki o kaos susuyor sanıyorsun.
Ama her şey yine başa dönüyor.
Kendinle yüzleşmediğin sürece… sorun hep senin etrafında dönüyor.
Bu şarkı, benim için tam da bu farkındalığın sesi.
Tears Don’t Fall
Evet, herkes bu şarkının bir ayrılık şarkısı olduğunu söylüyor.
Ama ben daha fazlasını görüyorum.
Bu şarkı bir pişmanlık manifestosu.
İçindeki gölgeleri, geçmişini ya da yaptığın hataları… ne olursa olsun, seni seven birini kırdığın o anı anlatıyor.
“Would she hold me if she knew my shame?”
Bu satır tek başına bir dünyayı özetliyor.
Çünkü “shame” burada sadece suçluluk değil.
Unutulmak istenen, yüzleşilemeyen, belki bir ihaneti ya da geçmişin hayaletini taşıyan bir karanlık.
Belki bir hata yapmışsın.
Belki geçmişin, bugününü gölgelemiş.
Ama her ne olduysa, onu kaybetmişsin.
Ve şimdi… onun gözyaşları sadece süzülmüyor.
Senin çevrende çarpıyor.
Onun acısı, senin iç sesin olmuş artık.
Ve içten içe biliyorsun ki bu, geri dönüşü olmayan bir yol.
Ama pişmanlık, her gece kapını çalıyor.
Matt’in sahnede bu şarkıyı “tüm aşık çiftlere” adamış olması boşuna değil.
Bu şarkı, sadece aşk hakkında değil…
Aşkı taşıyamayan insanlar hakkında da.
4 Words (To Choke Upon)
Bu şarkının anlamı ilk dinleyişte bile suratına çarpıyor.
Ama biraz derinleşince… çocukluğumuzdan beri yaşadığımız o “dışlanma” hissi çıkıyor ortaya.
Bir zamanlar seninle olan, seni “kardeşim” diye çağıran biri, bir gün bir bakmışsın ki popüler olmuş.
Ve seni aşağılamaya başlamış.
“Hiçbir işe yaramazsın.”
“Seni kimse sevmiyor.”
“Boş adamsın.”
Sana böyle söylenmiş.
Ama sen yıkılmamışsın.
Susup çalışmışsın.
Kendine güvenmeyi öğrenmişsin.
Ve bir gün o kişi geri gelmiş.
Affedilmek istemiş.
Ama sen artık başka birisin.
Gücünü almışsın.
Artık sırtını dönme zamanı gelmiş.
“Dört kelime var: Bunları yut.”
Bu, bir intikam değil.
Bu bir sınır çizme anı.
Bu, “artık seni değil, kendimi seçiyorum” deme şekli.
Bu şarkı bana hep şunu söylüyor:
Bazı insanlar seni yalnız bıraktı diye, gerçekten yalnızsın sanma.
Çünkü o yalnızlık seni sen yaptı.
Ve şimdi sen…
Gücünü geri aldın.
The Poison Bittiğinde, İçimde Bir Şey Hâlâ Susmamıştı…
Bu albüm bittiğinde sessizlik oluşmuyor.
Aksine… bir iç ses daha da yükseliyor.
Çünkü bu sadece bir albüm değil.
Bir dost gibi…
Bir günah çıkarma odası gibi…
Ve belki de hiç tamamlanmayan bir vedanın son mektubu gibi.
Sahiden…
Bu albüm olmasaydı ben kim olurdum?
20 Yıl Sonra, Hâlâ Buradayım.
Ve şimdi, 20 yıl sonra, hâlâ aynı albümü dinliyorum.
Farklı bir insanım belki.
Ama bazı duygular değişmiyor.
Bu satırlar, The Poison ile büyümüş birinin teşekkürüdür.
Ve belki de bir dileğidir:
“Bullet For My Valentine, bu satırlar Türkiye’den yazılıyor.
Belki geç kaldık…
Ama hâlâ bekliyoruz.”

Az bütçeli cosplay, çizgi roman koleksiyoncusu ve müziğin çeşitli yönlerindeki gizemleri arayıp sizlerle paylaşıyorum.











